Yeni Bir Algıya Davet!

Uzun zaman oldu yazmayalı. Yazmak gelmedi, gelemedi içimden. İçime kapandığım, kendi yazdıklarımı tekrar tekrar okuyup sindirmeye çalıştığım, can dostlarımla rehberlerimle bilgi, destek alış verişi yaptığım, kendimi doğaya vurduğum, kalbimi dinlediğim bir dönemdeydim. Kaynaktan bilgi aktıkça bas bas bağrınarak yazdığım çekim yasasını, dünyada gerçekliğim olarak hayatıma yansıyan her şeyi en ince ayrıntısına kadar gözlemlediğim bir dönem… Hasat zamanı ya işte, topladığım ürünler sayesinde hangi tohumları ektiğimi net bir şekilde gördüğüm bir dönem.

Derinlerdeydim, en derinlere indirildik hep beraber. Çok farklı bir pencereden yaşamı gözlemleyebilir olduk. Ben de bu yeni perspektif sayesinde tüm illüzyonlarımla yüzleştim. Hala bir şeyler elde etmek için mütemadiyen çabalayan tarafımı buldum. Bir yerlere ulaşmak istemekte sıkıntı yok da, oldurmak için yırtınırcasına çabalamak gerekli değil ki! İnanmışız bir şeylerin zor elde edilmesi gerektiğine, çalışan kazanır elması kızarır masallarına. Elbette çalışırsan da kazanırsın ama; yalnızca çalışmak, koşmak, olsun diye çabalamak aslında bize öğretilen bir sistem gerçeği. Ve eğer sadece bu işimize yarasaydı dünyamız bugün bu halde kutuplarda, yarışlarda olmazdı. Yani yalnızca fiziksel alemde çabalayıp koşturmak yerine aslında çok çok çok kuvvetli bir hediyemiz olduğunu unutmuştuk hayat ailesi olarak: hayal kurmak, imgelemek.

Yangınlar, kayıplar…

Kaz dağlarında başlayan yıkım haberi ile başlamıştı içimde açılımlar. İçim yanmıştı ilk gördüğümde. Kızmıştım o altın odaklı , güç odaklı zihniyet ile oksijen kaynaklarımızı, ciğerlerimizi kesmeye karar veren canlara. Ama çok sürmedi. Hemen kendi içimde kutup yaratan tarafımı gördüm. Hissiyatta düşman varsa, kutup varsa, öteki varsa illüzyonda olduğumu biliyorum artık. Sonra hemen o altın peşinde koşan masum ve kör insanı kalbimde aradım, buldum. Her gün zihnimin merkezinde bana “hadi bugün de bir şey yaz ki takipçilerin artsın.” diyeni duydum, “yoga videosu koyacağım dedin bir sürü teknik arıza ile uğraştın, ama ortaya hala bir şey çıkaramadın” diyeni gördüm: olanı, süreci yargılayan yanımı, teslim olup akmak yerine başarı ve kazanç odaklı yalan kimliğimi bir kez daha tanıdım. Aldım onu da bağrıma bastım.

Aynıyız, görmek isteyince!

Öyle bir çağa gelmiştim, öyle görmüştüm, öyle büyümüştüm. Ne farkım vardı o anda altın hırsı ile gözü kör olandan? “Çalış onu da elde et, başarılı ol, çünkü elde etmek başarıdır” diyen öğretilmişliğimle ve bunu tüm hayat ailesine ispatlamaya çalışan egom ile sürekli bir şeyler elde etmeye kilitlenmişim; aslında sadece ihtiyaçlarıma, anda kalmaya, hazlarıma, hayallerime, daha çok sevebilmeye odaklanmak dururken içimde kaç oksijen kanalını kesmişim, kaç kere nefesimi tutmuşum… Sonra içimde, o dışarıda görmekten duymaktan kaçtığım öfkeyi aradım. Bulmak hiç de zor olmadı. Kaç kere üzerime üzerime yürüyorlar diye sokakta insanlara kızmışım, kaç kere zalim gördüğüme sinirlenmişim, kaç kere en sevdiğim tshirtümü parçalamışlar diye kedilerime bağırmışım, kaç kere benim içim yanıyor diye başka canlara öfke püskürmüşüm, kaç kere öfkeden kendi saçımı başımı yolmuşum, ergenlik acılarımda kendimi kaç kere öldürmek istemişim; yalnızca varlığımla mutlu olmayı bilmediğimden, bilemediğimden… Hepsini dürüstçe gördüm. Ve kendime, tüm cahilliğime, sarıldım; bilgeliğin o cehaletten geçtiğini bilerek.

Haberleri okumayı, korku temelli bir dünya yaratımına destek olan her türlü aktiviteyi gerçekliğime katmayı bırakalı uzun zaman olmuştu. Ama Emine Bulut’tan instagramda takip ettiğim türk hesaplar sebebiyle kaçamadım. İçimde yine öfke buldum. Bunu yapan insan cezalandırılsın isteği buldum. Zira insan olamazdı ya o benim zavallıcık zihnimde.. Sonra bu düşüncenin başka bir cana zarar verme isteğinden farklı olmadığını gördüm. Şiddet gördüğümde şiddet sergileyebilen yanımı gördüm. Sonra düşündüm, o zaman bu şiddeti sergileyebilen bir can kim bilir kaç şiddetten geçmişti? Benim “cezalandırılsın sürünsün!” diyen yanım, tam olarak o gün, o boğazı kesenden farklı mıydı sanki? Yas yerine içimi umut kapladı. Emine’ye dualar ettim ışıklar içinde olsun yolculuğu diye kalpten diledim, bu hayattaki tüm anlaşmalarını onulandırdım ve varlığına şükürler ettim, belki de içimdeki tüm potansiyel katilleri bana gösterebilmek için kendini feda eden ulvi bir can olduğu için.

Dönüşüm ışığının parladığı yer!

Ve dedim ki biz işte bugün tam olarak bu sebepten buradayız. Tam da bu sebepten bu yangınlara, bu şiddete tanıklık ediyoruz. Çünkü bu fiziksel alemde gerçekliğimiz olabilen her şey ama her şey, önce içimizde var. Ateş demek, eril enerji demek. Su demek dişil enerji demek. Dengesizleşen eril enerji bizi yakıp kavurmaya devam ediyor, dünyada kaç canın ciğeri yanarken ormanlarımız bizim ciğerlerimizi yansıtıyor. Bir türlü derinlerine inemediğimiz o ilahi dişil enerji, onurlandıramadığımız kadınlığımız yüzünden okyanuslarımız gün be gün kirleniyor sözde! Halbuki içimizdeki suyu onurlandıramayışımızı yansıtıyor. İçte ne ise dışta o, gökte ne ise yerde o…

Ne istemediğimi çok iyi biliyor ve odağımda tutuyordum evet ama; bilmeden, iyi niyetim ile yalnızca istemediklerimi işaret ederek onları besliyordum, güçlendiriyordum. Elime aldım sorumluluğumu. İstemediklerimi önce içimde dönüştürmekti sorumluluk! Önce içeride tarafsız olabilmek, öfkesiz, şiddetsiz olabilmek, daima sevgide ve şefkatte kalabilmek, kendi kadınlığımı tüm atalarım ve tüm çağdaşlarım adına kendimden başlayarak onurlandırmak, ki dünyaya yalnızca varlığımla bu frekansı yayabilmek!

Etrafımda benden ayrı benden gayrı gördüğüm her cana teker teker baktım. Hepsini ama hepsini kendi içimde bulana dek! Girdim en derin travmalarıma, gölgelerimin teker teker gözlerine baktım.

Bir kez daha hakikat oradaydı işte: odağımızı hangi enerjide tutmak istersek onun bir parçası oluruz, ne ekersek onu biçeriz, neyi kuvvetle hisseder ve düşünürsek onu yaratır, onu yaşarız.

Algıladıklarımızın neresindeyiz?

Söz duadır diyoruz ama; bir bakalım haydi beraber, hangi cümleleri konuşuyoruz? Birlik istiyoruz ama; kimleri kendimizle bir görmüyor, cezaya layık görüyoruz, kim olarak? Sistemi eleştiriyoruz, kapital düzen yere batsın diyoruz; peki bu zincirin halkaları olduğumuzu neden kendimize itiraf edemiyoruz? Herkesin rahat yaşam isteğinin paradan geçtiğini bilmiyor muyuz sanki? Bloğumuz, youtube kanalımız, instagram hesabımız, her gün en az sekiz saatimizi vermeye gönüllü olduğumuz işimiz hangi sisteme hizmet ediyor? Neresindeyiz eleştirdiğimiz ve gerçekliğimizde görmek istemediğimiz her şeyin? İlişkilerimiz, dostluklarımız, yaşadığımız aşklar bile istemediklerimizi yaşatmıyor mu bize? Neden? Çünkü neyi hayatımızda istemiyorsak, onu dışarıda parmakla gösterip kendi karanlığımıza bakmayı reddediyoruz da ondan.

O yüzden bu ay hepimiz çok farklı bir farkındalık içindeyiz.

Yalnızca ve yalnızca odağımızı “istemediklerimizde” tutmayı bırakalım diye. Yalnızca kendi içimize dönüp artık ne istiyorsak ona odaklanalım diye. Bereket isterken “ay yarın ne olacak” güvensizliği, kıtlık bilinci taşıdığımızı görelim diye. Daha sağlıklı iletişim kurmak isterken “ay o da beni anlamıyor” serzenişinde kaldığımızı görelim diye. Daha güzel bir dünya hayali kurarken dahi aslında şu an “dünya çok boktan bir yer” titreşimini yaydığımızı, negatif algıyı kuvvetlendirdiğimizi görelim diye!

Hangi zincirde hangi halka olduğumuzu görüyoruz artık. Yaşadığımız hiçbir şeyden ayrı olmadığımızı görüyoruz. Görüyoruz değil mi? Elimiz vicdanımızda, kulağımız kalbimizde duyuyoruz değil mi? Eylül, başak hasattır dedik. Ekinlerimizi topladık. Üzüm diye ektiklerimiz soğan çıktı! “Vay arkadaş biz nerede yanlış yaptık?”a gelmedik mi? Şimdi görüyoruz işte. Aslında istediklerimize odaklanmadık. İstemediklerimizi işaret ede ede, onları besleye besleye bir hal olduk ve ürünümüz de enerjimizi neye vermeyi seçtiysek o oldu. Sözlerimizle neyi konuşuyorsak onu büyüttük. Gözlerimizle neyi izlemeyi seçtiysek o filmi çektik. “Bu dünya da ne biçim!” dedikçe dünyayı ne biçim hallere soktuk. Görüyor muyuz?

Peki ne yapacağız?

Unutmayacağız ki bu dual dünyada her şeyin tersi vardır. Tersi ile bütündür, tersi ile anlamlıdır. Karanlığın olmadığı yerde ışık görülebilir mi? Kötünün olmadığı yerde iyinin tanımı olabilir mi? Hepsi iyi ki var. Hepsi bir. Peki bizim odağımız nerede? Enerjimiz iyi niyetli dahi olsa hangisine akıyor? Hah bunu gördüğümüz an oturup hayal edeceğiz. Duygularımızı negatifte tutup onun enerjisini beslemek yerine pozitifi görmeyi titreştirmeyi seçeceğiz. Peki ya benim istediğim, görmeyi arzuladığım, barış, adalet, huzur, denge içindeki dünya nasıl hissettirirdi? Hayatıma akan bereket nasıl hissettirirdi? Hayat ailesi tarafından olduğum gibi görünmek, kalpten anlamak ve anlaşılmak nasıl hissettirirdi? Aynı bilinç seviyesinde birlik olmak nasıl hissettirirdi? Sinirsiz stressiz, her istediğimin kolaylıkla bana aktığı bir hayat nasıl hissettirirdi? Bunu titreştirdiğimiz an yükselen frekansı bir düşünür müsünüz? Sonra o hisleri tüm evrene yaydığımızı? Tam da o anda ihtiyacı olan her cana gönderdiğimizi? Nasıl bir dünya yaratırdık hep beraber!

Kendi içime kapandıkça, kendimi doğaya vurdukça yükleme üstüne yükleme aldım çok şükür. Geçen sene eğitimini aldığım metafizik ve farkındalık çalışmalarının tam olarak neyi anlattığını sonunda tüm hücrelerim ile bugün anlıyorum. Duygularımız bizim her şeyimiz. Biz belli deneyimlerden geçtikçe zihin geçmiş deneyimler arşivini tarayarak tanıdık duyguları bize gönderiyor bu hayat spiralinde. Kendimizi aynı duyguda buldukça aynı tepkileri vermeye meyil ediyoruz. İşte farkındalık tam o anda kritik seviyede önem taşıyor! Odağımızı değiştirmek bizim elimizde. Kendimizi negatifte bulduğumuz an, bunun dual bir dünya olduğunu hatırlamak ve içinde bulunduğumuz duygu durumun tam tersinin ne olabileceğini sorgulamak; kendimizi tam aksi pozitif kutuba yönlendirmek. Diğer kutuptaki pozitif duyguya gelip onu titreştirmeye niyet ettiğimiz an yalnızca kendi frekansımızı değil, evrende maddi gerçeklik olarak yansıyan her şeyin frekansını değiştiyoruz otomatik olarak!

Haydi sen de benimle ant iç!

O yüzden şimdinin gücü önemli. O yüzden anda kalmak önemli. O yüzden zihnimizden geçen düşünce önemli, ağzımızdan çıkan söz önemli, hangi enerjiyi beslemeyi seçtiğimiz ve bunun farkında olmamız önemli. Bunu tüm varlığımla idrak ettim ya, ant içiyorum hayatımın her saniyesine yalnızca aşk ve huzur yüklemeye, yalnızca aşkı ve huzuru titreştirmeye.

Bugün dünya üzerinde olan her can olarak görevlerimiz var. Hayalini kurduklarımızı var etmek için buradayız. İnsan bedeni 120 volt enerji üreten bir pil. Beyin nöronlar arası etkileşim için 12 volt enerji üretiyor. Saniye içerisinde düşündüklerimizin evrene nasıl yayıldığının farkında mıyız? Çekim yasası diyoruz, hangi enerjiyi titreştirirsek onu çağırıyoruz onu yaratıyoruz diyoruz, şimdi anda kalmak, ne düşündüğümüze ne hissettiğimize dikkat etmek GERÇEKTEN ne kadar önemli görebiliyor muyuz? Peki ya biz bu enerjiyi neyi çağırmak için kullanıyoruz? Artık hep beraber bunun sorumluluğunu alabilir miyiz? Bence alabiliriz, neden mi? Çünkü ben tüm varlığımla, tüm enerjimle öyle bir dünya hayal ediyorum. 🙂

İşte bu yüzden kendimize sağlıklı, haz dolu bir hayat inşaa etmemiz çok önemli ki hayatta gerçekliğimiz bu olsun. Tam da şimdi “negatif” olarak algıladığımız her şeyi gerçekliğimizden çıkarma zamanı, yin yang gibi; o negatifin içindeki pozitif zerreciğe odaklanıp o zerreyi kuvvetle titreştirmeyi seçme zamanı.

Yalnızca kendi hayatlarımızın mimarı değiliz, tüm gerçekliği yaratıyoruz hep beraber!

Buradaki “öteki” olarak gördüğümüz her şeyi, ittirdiğimiz her olay ve duyguyu şimdi bağrımıza basıp diğer kefeyi seçmeliyiz. O yüzden duygularımız bizim rehberimiz. Bize değiştirmemiz gereken her şeyi anlatıyorlar, yeter ki odağımız pozitifte kalmak olsun. Onları gönülden dinleyip duymak, artık arzuladıklarımızın hayali ve hissiyle yeni tohumlar ekebilmek niyetiye.

Aşk oluyorum, aşk gönderiyorum tüm evrene!

Ahoy.

You Might Also Like