Planlar ve Hayat
Hayat biz planlar yaparken başımıza gelenlerdir derler ya. İşte bunu sindire sindire idrak ettiğim bir süreçteyim.
Türkiye’ye dönmeyi hiç planlamamıştım. Fakat önüme çıkan türlü engeller, kapanan kapılar, tıkanan yollar inatla Türkiye’yi işaret ediyordu. Bense hiç istemiyordum Türkiye’ye dönmek. Türkiye’nin gidişatı içimi burkuyordu. Toplumun giderek muhafazakarlaşması, ekonominin çöküşü, çoğu dostumun yurt dışına yerleşmesi… Birçok sebebim vardı Türkiye’ye geri dönmemek için. Bir gün Amerikalı bir arkadaşımla işimin önemi ve gerekliliği üzerine konuşurken bana aslında yaptığım işe Türkiye’de ne kadar çok ihtiyaç olduğunu, neden orada bu işi yapmadığımı sorduğunda içimin derinlerinde bilip de kendime itiraf edemediğim o hakikat gün gibi gözle görünür oluvermişti.
Yurt dışında özgür olmak kolaydı. Amerika’dan özgürlük vaazları vermek kolaydı. “Elalemin dediklerini takmayın”, “toplum baskısını boşverin”, “kadınlar kendini özgürce taşıyabilmeliler”, “başkalarının küçük zihniyetleri için giymek istediğiniz kıyafetlerden vazgeçmeyin” gibi büyüklenmek kolaydı uzaktan. Ama aslında içimde bir yerlerde kızgın, küskün bir kız çocuğu vardı hala. Türkiye’de geçirdiğim çocukluğa, genç kızlığa, kadınlığa küskün ve lanet etmiş biri vardı içimde. Yıllarca dünya üzerinde bir çok yerde kadınlarla çalıştım, kadınlara kendi gücünü hatırlatmaya adadım kendimi. Ama ben o gücü Türkiye’de kendim bulabileceğime inanmıyormuşum aslında. Uzakta tattığım özgürlüğün, kendi gücümün zaten bana ait olduğunu göremiyormuşum. Anlattıklarımı İngilizce anlatmak daha kolay geliyormuş, çünkü korkuyormuşum anlattıklarım ailemi küstürebilir, akrabalarımdan eşimden dostumdan red yiyebilir, toplum tarafından taşlanabilir diye.
Özgürlüğü esas almış biri olarak asıl problemden kaçıyormuşum ben.
Kendi ülkemde özgür olamayacağıma inanıyormuşum derinden.
Sanki özgürlük zihinde değilmiş gibi.
Sanki kendine özgür olma iznini verebilecek tek kişi sen değilmişsin gibi.
Ben Türkiye’de kendim olursam “çok” olacağımı bildiğimden çok olmayacağım yerlerde yaşamayı seçiyormuşum aslında.
5 sene boyunca Türkiye’ye ziyarete bile gelmedim, öyle bir gidişti benimkisi. Evden uzaklaşınca ailemle aramız da daha iyi olmuştu; çünkü konuşulmayan, üzerini örttüğümüz ne varsa birbirimizden uzak kalınca su yüzüne çıkmış, düzeltilmesi gereken işlevsizlikler daha net adreslenmişti ve hepimizde bir şifa çalışmaya başlamıştı. Ve ben bununla gayet mutlu mesut yetiniyordum. Aslında asıl işi yapmaktan kaçtığımın pek de farkında değildim.
Baba Ram Dass “eğer aydınlandığını düşünüyorsan git ailenle bir hafta geçir” der. Aile kadar bizi tetikleyen başka bir şey varsa o da sevgilidir. Aslında görmeliyiz ki en büyük yaramız da tek yarabandımız da ailemizdir. Onlarla olan tetiklenmelerimiz bize sınırlarımızı gösterir. Onların yanında olmayı öğrendiğimiz, yalandan üstlendiğimiz kişilik, bize nerede kendimiz olamadığımızı, nerede sıkışıp kaldığımızı gösterir. Kendimiz olmaya dair, kendi otantik benliğimiz olmaya dair en büyük savaşımız aslında büyüdüğümüz yerde cerayan eder. Ve bu savaş insanın içinde yerini barışa bırakmadıkça her aşkta gelip bulur seni. İstediğin yere kaç, istediğin kişi ol; kökünü iyileştirmeden çiçekler açamazsın.
Kabullenemeyiş ve İnkar
İçimde Türkiye’ye davet bulunca ilk önce “yok daha neler, hayatta olmaz” desem de sonrasında hemen “hah” dedim “Türkiye’de de toprakta bir ilahi dişil aktivasyonu çalışması yapmam gerekiyor herhalde. Bu yazı orada geçirir, biraz gezer toprakla çalışır, bir kaç etkinlik inziva düzenler hemen kaçarım yine bir yerlere.” Sonra bir geldim, ancak o zaman anladım ki aslında her şeyden önce benim kök çalışması yapmam gerekiyormuş. O içimdeki küçük ezginin yaralarını sarmam, köklerimle barışmam, çürükleri iyileştirmem, kendi atalarımla, soyumla çalışmam gerekiyormuş. Yaban ellerde inşa ettiğim otantik benliğimi, kavuştuğum özümü; şefkatle, nezaketle ama aynı zamanda cüretkar ve umarsızca, net sınırlar ve özgüven içinde anavatanımda deneyimlemem gerekiyormuş.
Son üç yıldır sadece ilahi dişil aktivasyonu yapıyor; bilinçli ilişkiler ve sağlıklı iletişim eğitimleri düzenliyorum. İnsanlara sağlıklı sınırlar koymayı öğretiyorum. İlahi aşkın kendini önceliklendirmekten geçtiğini anlatıyorum. Hem kendini önceliklendirdiğin hem de bütünlük bilinci taşıdığın bilinçli bir ego inşa etmenin mümkünlüğünü ve yollarını anlatıyorum. Fakat aslında kendi yolculuğumda atladığım şey, döngülerin her şeyden önce ailede kırıldığı gerçeği imiş. Her şeyden önce insanın kendi kökleriyle barış yapması gerektiği, o sağlıklı sınırları ailede koyabilmesi gerektiği, kendi otantik benliğini ailenin önünde sergileyebiliyor olması gerektiği…
Meksika’da yaşadığım bir sene benim için çok karmik, çok sınayıcı oldu. Sürekli sınırlarımdan test edildiğim, sürekli tetiklendiğim ve duygularımı regüle etmek zorunda kalıp sakince iletişim kurmam gereken, sürekli manipülasyonla karşı karşıya kalıp da kendi gücümü devralmam gereken, sürekli kendi doğrum ve özgürlüğüm için mücadele verdiğim durumlarla karşılaştım. Aman allahım, o bir yıl beni zaten eve dönmeye hazırlıyormuş meğer.
Eve Dönüş ve Uyanan Yaralar
Döndüğümden beri artık Türkiye’de bir evim olmadığı için ailemle kalıyorum. Ailem, yakın çevrem, herkes çok değişmiş elbette, herkes kendisiyle bolca çalışmış, gelişmiş, ilerlemiş ama benim değişmeyen, o üzerini kapatarak unuttuğum, unuttuğum için iyileşti zannettiğim tüm yaralarım teker teker “ben hala buradayım” dercesine kanamaya başladı. Bir anda çocukluğuma geri döndüm sanki. Baba Ram Dass’ı çok iyi anladım. Annemle babamla yaşadığımız tetiklenmeleri hep bir fırsat olarak görüp o tetiklenmeleri eskisi gibi bir gerilme, çatışma ya da yoksaymayla çözmek yerine; karşılıklı aciz olup birbirimize yaralarımızı açtığımız, birbirimizi belki de ilk defa böyle net görüp anladığımız, birbirimizin sınırlarını, ihtiyaçlarını, gerçekten kim olduğunu öğrendiğimiz, birbirimizi tüm incinebilirliğimizle yetişkin bireyler olarak tanıdığımız, tanıştıkça birbirimize daha çok şefkatle sarıldığımız, birbirimizi daha kalpten dinlediğimiz, yepyeni iletişim yolları geliştirdiğimiz öyle zorlu, öyle özel ve öyle güzel bir yıl geçirdim ki burada.
Benim canım ailem. Benimle bu zorlu çalışmayı yaptığınız için size şükürler olsun.
Benimle döngüler kırdığınız için, beraber yepyeni karmalar yazdığımız için size şükürler olsun.
Şu dünyaya bir daha gelsem, yine sizi seçerim.
Anladım ki asıl davet buymuş.
Üzerini örttüğüm tüm yaralarla, kaçtığım tüm canavarlarla yüzleşmek.
O yaralar ki evimi yurdumu ziyaret etmekten kaçmama sebep olmuş yıllarca.
O canavarlar ki toplum baskısı altında ruhumu zincirlemelerine teslim olmuşum yıllarca. Ve sanmışım ki ben bu yurda geri döner dönmez gene esiri olurum o zincirlerin.
Ama öyle değilmiş işte.
Özgürlük ancak senin kendine verebildiğin bir hak imiş. Gittiğin yerden bağımsızmış özgürlük, zihindeymiş. Parkta tek başıma yoga yaparken insanların bakışlarına aldırmamakmış, yolda yürürken atılan laflardan tetiklenmemekmiş, plajda yanımda haşemalılar bana “yanacaksın” diye bağırırken giydiğim tangamla huzur içinde oturabilmekmiş, kulaklığımı takıp milletin “deli bu herhalde” diye beni parmakları ile gösterişi arasında bağıra çağıra şarkı söyleyerek kendi kendime dans edebilmekmiş.
Amerika’da özgürce yapabildiğim her şeyi tam da burada; topluma, cinayetlere, katliamlara inat yapabilmekmiş.
Annemi de babamı da elinden tutup yapabilmekmiş hem de.
Onlarla beraber de yapabilmekmiş.
Ve yurdumdaki diğer kadınları da bu özgürlüğe davet edebilmekmiş!
Takip ettiğim bir astrolog geçenlerde diyordu ki “belki içinde duyduğun o kutsal görev çağrısı gidip bir yerlerde inziva merkezi açmak değildir de bir süre ailenle yaşayıp atalarını, soyunu iyileştirme çalışması yapmaktır!” Güldüm, aldım, kabul ettim…
Binlerce kez şükürler olsun bugüne. Acı tatlı her deneyime. Hayatın sunduğu her sürprize!
Yol beni tam olarak nereye götürüyor bilemesem de görevimi biliyorum.
Hayatın beni neden yeniden anavatana döndürdüğünü biliyorum.
Bu ülkede o özgün ve özgür tanrıçalar ordusunu kuracağım biliyorum!
Yolu zaten hiç de bilmek istemiyorum, yaşamanın ne anlamı kalır o zaman? Belirsizlikten de korkum yok artık, kaygıyı heyecanla değiştireli çok oldu. Buraya da yazı geçirir kaçarım diye geldim ama bir seneyi geçti bile! İç sesim yine zihnimin planlarından farklı şeyler söylemeye devam ediyor. O yüzden artık planlarımı bir kenara koymayı da öğrendim.
Her şey her zaman olması gerektiği gibi.
Her ne kadar hoşumuza gitmese de.
Her ne kadar kafamızdakine hiç benzemese de.
O yüzden iç sesim bana ne derse onu yapmaya devam ediyorum.
Her daim değişmeye devam etsem de, kendimce yaptığım planlar hayatın benim için olan planlarına teslim olarak değişse bile; bilmekten asla şaşmadığım şey her daim önceliğimin kendi en yüksek potansiyelimi yaşamak olduğu, kendi hazzımın ve huzurumun pusulam olduğu, iç sesime ve hayata sonsuz güven ile her anın tadını çıkarmaya adanmışlığım ve her daim tüm acizliğim ve incinebilirliğimle kendim olarak, yeteneklerimi hayat ailesiyle paylaşarak şifa dağıtmaya devam edeceğim…
Kalbime ve yola teslim; olana, olacağa sonsuz kabul ile…
Aşk olsun.
Özgür Çiçek
Teşekkürler içini açıp kendini biraz dinleyip bizi de bu sürece tanıklık edebilme şansını verdiğin için. Umarım ve inanıyorum zor yollar kıymetli ve buna değer. Ben senin kadar cesur olamıyorum.