Gökyüzünde Beş Gezegen Retroda!

Jüpiter, Plüto, Satürn, Neptün ve allahsız Merkür. Hatta dev kuyruklu yıldız Chiron’u da sayarsak altı gök cismi. Şimdi eğer siz de benim gibi astronomi ile de ilgilenen ve analitik zekası kuvvetli bir insansanız, gezegenlerin aslında geriye gitmediğini bilirsiniz.

E o zaman ne demek bu retro?

Aslında optik bir illüzyon. Yörüngenin çapı ve gezegenlerin hızına göre, haliyle gezegenlerin konumu mütemadiyen değişmekte. Eskiler de; bir zamanlar önümüzde gördüğümüz gezegeni yakalayıp geçip sonra arkamızda görmeye başlayınca bunu ‘retro’ diye tasvir etmişler. Önce terimlerde bir anlaşalım da rahatlayalım de mi, retro da retro!

Şimdi bu dev enerji kütleleri gezegenler, birbirlerinin yanından yöresinden geçerken haliyle kozmik ışınlarından elektromanyetik dalgalar iletiyorlar birbirlerine ve bu da içinde bulunduğumuz enerji frekansında oynamalar yapıyor. Bu frekans bizleri nasıl etkileyebilir diye de yorumluyor kıymetli astrologlarımız. Ben yorumcu değilim, konuya hakim bir takipçiyim diyelim.

Bence astroloji şahane bir şey, ne kadar eleştirel yaklaşırsanız yaklaşın elinizde yalnızca bilim, yalnızca metafizik ve yalnızca enerji yorumlama sanatı buluyorsunuz. En azından benim gibi her şeyi sorgulayan biri iseniz bile (ne yapayım haritamda başak çok :)) astroloji sizi ‘hakikatle’ ikna ediyor. Saygıyla seviyorum.

Teori tamam, pratiğe gelelim!

Peki maşallah bu gökyüzü bizi böyle altı gök cisminden birden, normalde aldığımız yönden değil de, farklı bir akstan yoğun enerjiye maruz bıraktığı için bizde neler oluyor bitiyor şu sıra?

Bu hafta birçok seans yaptım, destek isteyen canım ruhlara izinleriyle odaklanıp reçeteler hazırladım; hem onların kanalından hissettiklerim, hem etrafımda gördüklerim, hem de kendi deneyimlerim ile söyleyebilirim ki üzerimizde çok derin karmik temizlikler yapılmakta. Dünyamızın elektromanyetik enerji frekansı yükselirken bizim de enerji frekansımızın uyumlanması gerekiyor, ve bizi yükselmekten alıkoyan tüm prangalarımız sevimsiz bir şekilde önümüze gelmiş durumda.

Karmanın zart dediği yer; kimdin sen hatırlıyor musun?

Yani öyle bir temizlik ki, hiç bakmak istemediğimiz en derin travmalar birden hatırlandı, aile dinamiklerinde değişiklikler meydana geldi, işler, evler değiştirildi, ilişkiler paldır küldür bitti, ya da paldır küldür aşık olundu; hepimiz karmanın “bakalım bu sefer anladın mı?” sorularıyla karşı karşıya kaldık bir şekilde, değil mi? Sadece bilmenizi istiyorum, şu sıra karşınıza çıkan her ‘pürüz’e sabırla bakmamız gereken bir dönemdeyiz. Neden önümüze geldiklerini görmemiz gereken bir dönemdeyiz.

Peki karma ne demek? Karmanın Sankrit dilinde kelime anlamı eylemdir. Aslında karma, bu evrenin eylemlerimize ilişkin döndüğünü hatırlatan yasadır. Alınan her bir aksiyon, işleme konulan her bir eylem; bir sonuç yaratır. Karma yasası aslında sebep-sonuç yasasıdır. O yüzden bu evrende attığımız her bir adımın sonucu ile er ya da geç karşılaşırız. Bu yüzden kolektifle olan ilişkimiz, seçimlerimiz de önümüze mütemadiyen gelir, ta ki biz “ben”den çıkıp, birlik ve bütünlük adına karar ve aksiyon almayı seçene kadar.

Ve evet karma defterleri şu sıra yeniden masaya yatırıldı. Üstelik öyle derinden geldi ki, sadece kendi eylemlerimizin sonuçlarını değil ailemizin, atalarımızın yaptığı seçimleri yeniden ele alıp belki de sıfırdan bir eylem planı kurmamız gerekiyor. Ki bizlerle birlikte bizden önceki nesiller de şifalanabilsin. O yüzden özellikle şu dönem yeni işler hayaller başlatmak yerine, yarım kalanları kapatmak, bitirilmeyenleri bitirmek üzere davet ediliyoruz ve eskiler çıkıyor geliyor bir yerlerden. Öyle köklü bir enerji kayması gerçekleşecek ki, şu anda temelleri kontrol ediyoruz: “O özsevgi anlaşıldı mı haydi bakalım?” diyor hayat.

Çünkü eğer biz koşulsuz özsevgiyi öğrenmez isek; o istediğimiz ilişkileri hiçbir yerde kuramayız.

Ne çekirdek ailemizde, ne aşk ilişkimizde, ne dostlukta, ne de işte. Kendinize “dost ilişkilerimde çok iyiyim ama aşk ilişkilerinde doğru insana denk gelemiyorum” diyor olabilirsiniz. Amma aslında etrafımızdaki her ilişki modeli bize özümüzü hatırlatmak için vardır. Çünkü ilişki dediğimiz şey tektir ve her ilişki, kendimizle olan ilişkimizin yansımasıdır.

O yüzden şimdi karma bizden, tüm bahanelerimize sarılıp hakikate bakmamızı ister. Bakalım kendimizi gerçekten yargısızca sevebilmeyi öğrendik mi? Kendi şeytanlarını görmeyen, görüp de kendini yargılamadan koşulsuzca sevemeyen, hayatına ilahi aşkı sağlıklı ilişkiyi davet edebilir mi? Kendine tahammül edemeyen başkasına tahammül edebilir mi? İşte şimdi bunları görüyoruz 🙂 Lütfen korkmayın, bu hayatta her şey bizim için önce onu anlayalım.

Hepsi biz ızdırap yerine sevgiyi seçelim, huzurla hazla yaşayalım diye!

Bir düşünsenize aslında kendimizi ne kadar sevmediğimizi, hangi geçmiş yaralarımızdan ötürü kendimizi sevmeyi bilmediğimizi, aile dinamiklerinin kutsal olduğu kadar, hayatla mücadelenin ana sebebi olduğu gerçeğini de çatır çatır öğreniyoruz.

Öğreniyoruz ki taşımayalım eskiyi, değişelim; özgür, aydınlanmış, huzurlu bir hayat sürebilelim. Bunların hepsinin anahtarının “özsevgi” olduğunu görelim. O yüzden kendimizi koşulsuzca sevme ve yaşama yolculuğunda; sevgi hakikatine uymayan her bir kalıplaşmış davranışımız kökenleriyle önümüze geldiğinde; ben korkmaktansa şükran duymayı tercih ediyorum! Ki özüme, özgürlüğüme, ilahi sevgiye yakışmayan ne varsa değiştirip dönüştürebileyim! Görebiliyorsam, değiştirebilirim demektir. Önemli olan her zaman niyettir.

Acıyor evet, ama artık hakikaten, büyümenin acıdan geçtiğini biliyoruz dimi yani? Acıdan kaçmak diye bir dünya yok, acı başımızın tacı; acı öğretmenimiz! Ama ızdırap senin seçimin; istersen var, istemezsen yok. Yani aslında canın bir sebepten sıkıldığında gelen o acıyı, acıtan yeri görmek için kullanıp yarayı iyileştirerek bir daha acımamayı seçebilirsin.

Çok soru geldi bana beslenme ile ilgili. Ekmek yaptığımı gören “gluteni”, “veganlığı”, şekeri sordu 🙂

Cevabımı uzun uzun anlatmak istiyorum. Çünkü tam da şu retro döneminin konusu! Haydi başlayalım.

Bu evrende her hareket halinde olan cisim bir kinetik enerjiye, her eylemsiz cisim de bir potansiyel enerjiye sahiptir. Yani her şey basit tabirle atomlardan oluşmuş enerji kütleleridir. Dolayısıyla bizim bedenlerimiz de, beynimizde nöronların iletişimini sağlayan elektrik de, bedende besini parçalayıp dönüştüren de hep enerji. O zaman yediğimiz besin de, düşüncelerimiz de enerji değil mi? İşte bu yüzden sağlıklı beslenmek elbette ki çok önemli. Ama sağlıklı ne demek? Frekansımızı yükseltmemize otomatikman yardımcı olacak beslenme demek.

Mesela sebzelerin frekans dalga aralıkları et ürünlerine göre daha sıktır yani frekansı daha yüksektir. Hafif bitki çaylarının frekansı demleme çaydan, kahveden daha yüksektir vs vs. O yüzden her gün pizza yemek ile her gün taze fasulye yemenin enerjetik etkisi elbette ki bir olmaz.

Amma velakin ben size başka bir şey söyleyeceğim!

Ne diyor Einstein abimiz,

“Bu evrende her şey enerjidir, ve enerji dönüştürülebilir.”

Yani maddeyi belli bir enerji frekansına maruz bırakarak maddenin formunu değiştirmek mümkün. Buna örnek olarak: belli bir oktavdan şarkı söyleyerek bardak kırmak, yalnızca bakışlarla kaşık bükmek, cam/ateş üzerinde yürümek verdiğim en klişe cevaplar, eminim hepimiz bir şekilde bunların varlığına tanıklık etmişizdir..

Şimdi artık parçaları birleştirebiliriz! Diyorum kii: “Yediğimiz besin hakkındaki düşüncemiz, besinin etkisini dönüştürüyor!”

TA DAAAAAAA! Aslında istediğiniz her şeyi ama her şeyi yiyebilirsiniz!

Ben her şeyi yiyorum ama; farkındalıkla yiyorum arkadaşlar. Evet, vegan da değilim, vejetaryen de değilim; şeker de, kahve de tüketiyorum. Oldukça da sağlıklıyım çok şükür. Yemek yemeyi çok severim ve benim için önemli bir ritüeldir. Kırmızı etle çok aram olmasa da tüketirim, ama deniz mahsulü olmazsa olmazımdır.

“Bu evrende her varlık, bir taş bile, belli bir bilince sahiptir; eğer sahip olmasaydı atomlarını bir arada tutamazdı!”

der, Echart Tolle. Dolayısıyla her can aynı bilincin yansıması, hayvan olsun bitki olsun fark etmez. Kaldı ki bitkilerin de iletişim kurdukları, acıyı hissettikleri, duygularının olduğu ispatlandı. O sebeple ben yediklerimde ayrım yapmıyorum, yalnızca hiçbir şeyi aşırı tüketmeme ve her yediğimi onurlandırma disiplinim var.

Vegana da vejetaryene de, şekeri, kahveyi lanetleyene de saygım sonsuz 🙂 Ben kendi bilgimi ve deneyimimi paylaşıyorum. Ama şunu da söylemeliyim ki; ben de yemeği kodlama kadar basit ve güçlü yöntemler mevcut olsa dahi, bunu bireyin kendisi alışkanlık haline getirene kadar çocuklara şeker, kahve verilmesi taraftarı değilim.

Farkındalıkla yemek? Ritüel?

Benim farkındalıkla yeme ve ritüel anlayışım şudur: Masama koyduğum yemeği şükranla yerim ve her zaman kodlarım. Sağolsun Halit hocamdan öğrendiğim alışkanlıklarım! Peki yemek kodlamak ne demek? Bedenine hangi nitelikleri dolduruyorsun o yediklerinle? Nasıl hissediyorsun yerken, kendini nasıl imgeliyorsun, bedenin nasıl tepki veriyor? Yerken bunları bilinçli bir şekilde imgelemek demek.

Yani biz aslında düşünce gücüyle, yediğimiz besinin bedene yayacağı kimyayı, haliyle de frekansı değiştirme kapasitesine sahibiz!

O yüzden şimdi benim canım ayurvedacı, yogi, diyetisyen dostlarım kusuruma bakmasınlar ama: bedeni asıl etkileyen şey, besinden ziyade; o besinin nasıl etkileyeceğine dair yapılan yargı!!

Bizim ülkemizde pilav pişmanlıktır mesela, pirinci çok kaçıran kendini bulgura vurur.

Asya’da pirinçten bol bir şey yok, adamların gecesi gündüzü pirinç yemekle geçiyor; hiçbirinde yok bizdeki butlar basenler? Bir dönüp de bakmıyoruz ki şu yargılarımızın, düşüncelerimizin gücüne! Placebo effect artık ispatlandı, suyun hafızası olduğu ispatlandı! E senin bedeninin yüzde yetmişi zaten su; o besin hakkındaki yargın, bedenini nasıl etkilemesin?

O zaman şimdi sen karar ver, şeker zehir mi, sevgi mi olsun?

Benim için sevgi, benim için sağlık valla. Ben şeker tüketirken bedenimin şeklinden sağlığına kadar imgeliyorum, görüyorum beş duyumla, şükrediyorum o an aldığım hazza, anda kalarak kendi gerçekliğimi, sağlığımı dizayn ediyorum. Bedenim de benim kodladığım etkiye uyumlanıyor, beni bilen bilir son 7 senedir kilom aynıdır 🙂

Lütfen siz de yemeğinizi kodlamayı deneyin, hatta alışkanlık haline getirin:

  • Yemeğe başlamadan önce şükran sunun ve o besini masanıza getirmekte katkısı olan herkese bir teşekkür gönderin.
  • Hayatınızda hangi niteliğe ihtiyacınız var? Sağlık? Başarı? Aşk? O yemekle birlikte bedeninize ve hayatınıza eklemek istediğiniz niteliğe niyet edin.
  • Elinizi yemeğin 10-15cm üzerinde tutarak avuç içinizden yemeğinize o niteliklerin döküldüğünü imgeleyin.
  • Yemeğinizi yerken nasıl çiğnediğinize, nasıl tad aldığınıza, nasıl hissettiğinize odaklanın.
  • Her lokmada bedeninizin o istediğiniz nitelikle dolu, veya istediğiniz formda olduğunu imgeleyin. Görün kendinizi sağlıklı, başarılı bir sekilde, bir bakın bakalım nasılsınız? İmgeleyin, artık niyetiniz her ne ise.

Bilinçüstünde veya bilinçaltında inanmadığımız, imgeleyemediğimiz hiçbir şeyi hayatımıza davet etmeyiz! O yüzden imgeleme çalışmalarının önemini yabana atmayalım. Bu konuda uzun uzun bilahare yazacağım.

Şimdi beslenmenin, gezegenlerle retroyla ne ilgisi var?

Hadi biraz daha derine gidelim. Beslenme demek anne demek. Bu hayata gelmeden önce, anne karnında form alırken, anne ile biriz. Anne kendini beslerken, kanı ile otomatikman bizi de besliyor. Annenin duygusu bebeğe de yansıyor, bebeğin bilinçaltında kodlanmaya başlıyor. Hayata geldikten sonra anne sayesinde beslenme ve yaşama devam etme gerçekleşiyor. Meme ile hala bir olma, annenin bir uzantısı olma hali devam ediyor.

Ve memeyle olan ilişkimiz, annenin bizi emzirirken yansıttığı duygular, ya da meme ile hiç bağ kurmamış olmamız ömrümüz boyunca besin ile olan ilişkimizi belirliyor. Anne olan ilişkimiz doğrudan beslenme ile olan ilişkimizi belirliyor. Hatta memeden ayrılma şeklimiz, ilişkilerde ayrılma şeklimize kadar yansıyor; Freudcular el kaldırsın mı?

“Suçluluk” ve “değersizlik” hisleri!

Şimdi benimle iletişime geçen canlarla konuşurken genelde beslenmeye dair aşırı yargılarımızı gördüm. Suçluyoruz kendimizi bir şeyi yaptık veya yapmadık diye. Aslında öyle normal ki! Üzerimizde karmik temizlikler yapılıyorken şu anda ülkemiz insanının genel karması olan “değersizlik” ve “suçluluk” hisleri hepimizde kaynıyor. Çünkü aşırı yargılayan bir kültürüz. Kültürümüzde “ayıp” diye bir gerçek var.

Evrensel günah korkusuna hiç girmiyorum, çünkü tüm dinlerin amacı bu korkuyu var etmek zaten. Bunlar çok ciddi beyin yıkamalar, çok ciddi travmalar. Özellikle de kadından kadına aktarılan bir karmik yara söz konusu. Ve bu dönemde işte tam da bunlar su yüzüne çıkmakta. O yüzden şimdi, anne ile olan, aile kadınları ile olan ilişkiler gündemimize geldi, nesillerden aktarılan döngüleri fark eder olduk ve bunun bir parçası olmamayı seçmenin de bir yol olduğunu hatırlıyoruz.

Şimdi bizim özellikle kadınlar olarak bunu detaylıca çözmemiz gerekiyor. Bunu annemiz için de, ananemiz için de, tüm atalarımız için de şifalandırmalıyız. Özdeğerimizi görmemizi engelleyen ne kadar düşünce kalıbımız varsa iptal etmeliyiz, şu an. Kendi görkemimizi, biricikliğimizi sergilememize mani olan ne kadar öğretilmişliğimiz varsa iptal edip, geride bırakmalıyız.

Özetle!

Aile dinamiklerimize derinden iyice bakma zamanı. İlk kimliğimiz nasıl şekillendi? Aile içinde ne kadar kendimiziz? Hayat ailesinde de aynı dinamikleri mi tekrar ediyoruz? Anneyle olan ilişkimiz nasıl? Annemizin sosyal çevre ve kültürle olan ilişkisi nasıl? Annemize benzer duygu durumları tekrarlayan tecrübeler mi yaratıyoruz? Nasıl kendimiz olabiliriz? Bu soruları sormak için şahane bir dönem!

Artık kendimizi bu hayatta nasıl beslemeyi seçtiğimizi idrak etme zamanı. Besinle ne şekilde bağ kurduğumuza bakarak aslında kendimizi, hangi duygularla beslediğimizi görme zamanı. Aileye kanalize ettiğimiz enerjiyi şimdi kendimize verme zamanı, kendi tekrarlarımızı görüp seçimlerimizi değiştirme zamanı, yepyeni ışık dolu, yaratıcılık dolu bir krallık inşaa etme zamanı!

Anne figürü hayattan göçmüş olanlar, anne ile hiç bağ kuramamış olanlar; sizleri de görüyorum ve sevgimi iletiyorum. Kolay olmasa da “anne yokluğu”nun etkisine bakmayı seçmek de, beslenme ve yargı modelimize ayna tutacak çok önemli bir etkendir ve özgürleşmemizde çok yardımcı olacaktır.

Bu yaralar birer birer çıkarken bol su içip bol dinlenelim, yepyeni bir yaratıcı etkinlik katalım hayatımıza, tutkumuza dair hayaller kurmaya devam edelim olur mu? O kadar güçleniyoruz ki, herkes içindeki muntazam değişimin farkında. Ve bu dual dünyada her şey geçicidir, unutmayalım. Kendimizi ne kadar şifalandırıp ne kadar haz dolu, aşk dolu bir hayat yaşamayı seçtiğimiz asıl mesele!

O yüzden 16 temmuz ay tutulmasına kadar:

  • Bizim asıl tutkumuz neydi?
  • Tutkumuz ile bağımızı koparan zihinsel kalıplarımız, koşullanmışlıklarımız neler?
  • Nasıl hayatımıza yeniden tutku, coşku katarız?

soruları asıl odağımız olmalı. Kendi içimize en derinlerimize dürüstçe, cesaretle dönüp; kendimiz için kendi doğamıza uygun bir hayat inşaa edelim canlar. Öyle de oldu.

Aşkla.

You Might Also Like