Bir Sahte Aydınlanma Masalı
Birkaç yıldır çalışmalarımı gittiğim yerlerde birebir etkinlikler ile sürdürdüğümden bloğuma ve sosyal paylaşım alanlarına yazmaya ara vermiştim. Bu arayı vermeme en büyük neden öncelikle kendi otantik benliğim ile kavuşmaya kendimi adayışım ve sonra bu adanmışlığın getirdiği mecburi karmik yolculuğumdu. Otantik benliğini keşfetmeye adanmışlık birçok test ile gelir çünkü hayat seni özgün olmayan her yanından sınayarak o ölü derileri atmanı ister. Fakat o ölü deri öyle bir katman katman olmuş öyle bir kalıplaşmıştır ki, kendi elinde hançer teker teker yüzmen gerekir o katmanları. Ben de son iki senedir böyle bir yolculuktaydım. Kendi otantik duruşumu ve sesimi bulabilmek için otantik ve özgün olmayan her yanımla yüzleştiğim ve o yalancı, öğrenilen, alışılmış her özelliği teker teker benliğimden söktüğüm, hayatımın en zorlu iki yılı. Ah dile kolay, “neler gördüm neler geldi başıma, düşe kalka geldim ben bu yaşıma…” demiş ya İbo, hah 34’üme nasıl geldiğimi bir ben bir de Allah bilir!
Otantik Sesimi Bulma Savaşı
Otantikliğe ve özgün olmaya öyle bir adadım ki kendimi, sosyal platformlarda herkesin vaazlar verip guruluk yapmaya başladığı spiritüel yaşam ve metafizik üzerine konuşmayı ve yazmayı bıraktım bu iki yıl içinde. Ezber tekrarlamayı zaten hiç sevmedim. Yoga dersi verirken de, çakra eğitimleri verirken de, evrenin sırlarını ve hermetik bilimlerin inisiyelerini anlatırken de, bir yanım öğretmenliğin hazzını yaşarken bir yanım hep tatminsiz kaldı. Ve o yanımın sesi benim için çok önemli oldu. O ses bana “Yoga beş bin yıldır var, ve bu öğreti ulaşmak isteyen herkese zaten açık. Herkes asanaları öğrenip kendi ihtiyacına göre kendi pratiğini hazırlayabilecekken ben neden keyfime göre asana dersi veriyorum?” dedi. “Çakralar MÖ 1500lü yıllara dayanıyor, ben neden bir sürü kitapta bulunabilecek bilgiyi tekrar edip duruyorum?” dedi. “Şifacılık yapıp birçok cana yardımcı oluyorum evet ama aslında herkes kendisinin şifacısı olabilecekken ben neden balık tutup veriyorum, neden balık tutmayı öğretmiyorum?” dedi. Ve ben bireylere şifa seansı yapmayı bırakıp bildiğim balık tutma yöntemlerini paylaşmaya başladım. İnsanlara kendi güçlerini hatırlatmak üzerine eğitimler verdim. Yine de içimdeki ses “ı-ıh canım, bu da otantik değil!” deyip durdu. O susmayan diğer yanım henüz kendi biricik sesimi, biricik var oluşumu tam olarak ifade edemediğimi gösterdi bana. Özgün olmadığımı. Kendi otantik sesimi, mesajımı henüz bulamadığımı. Ve o sesi, o mesajı bulabilmem için türlü türlü deneyimlere sürükledi beni hayat.
Çok zorlandım. Çok şehir, çok ev değiştirdim, çok farklı ortamlara girdim, çok farklı deneyimlerden geçtim. Tam demir attım derken tutunduklarım elimden alınıverdi. Hayat adanmışlığımı görüp de insanı silkeleyerek kendine getiren o safi aşktan tokadıyla “sen otantik benliğin olmadan tutunduğun her ne var ise seni sana götürmek içindir, ve sen sana gelene kadar tutunduğun her şey yitmeye mecburdur” der gibiydi. Ve ben birçok kez tokatlandım…
Ben uzundur kendim için hayat ile girdiğim bir savaştaydım. Sonra bir an geldi, içimdeki savaşın nedenini anladım. Anlattıklarımda, yaptıklarımda, hayat ailesine çizdiğim imajda içime sinmeyenlerin hepsini gördüm. Ve sonunda kendime de hayata da zeytin dalı uzatabildim. Şimdi ise kızgın kumlardan serin sulara inmiş gibi bir dinginlik var içimde. Ancak 34’üncü yaşımda tattığım bir boşvermişlik ve huzur. Hayatı ve kendimi bir ciddiye almamak, bir oyun oynamalara doyamamak. Denemelerden yanılmalardan korkmak bir yana dursun her deneyimin ve yanılmanın kabulü ve hatta hazzı ile hayatı komple kucaklayan bambaşka bir ben var. Özgün bir ses ve bir duruş ile, tüm dış etkenlerden soyunmuş içten dışa parlayan bir benlik ile, kendi mesajımı vermenin heyecanı ile yanıp tutuşan bambaşka bir ben.
Sahte Peygamberler Dönemi
Durun size içimdeki savaşa ve içime sinmeyenlere baktığımda kendimden parçalar bulduğum enteresan bir hikaye anlatayım. Benim çok sevdiğim, hazırladığı kehanet kartlarını beğenerek aldığım ünlü bir saykik yazar vardı: Doreen Virtue. Kadın yeni çağ ve spiritüellik üzerine onlarca kitap ve “en çok satanlar” listesine giren onlarca kehanet kart serisi yazmıştı. Gerek Oprah’nın konuğu olarak gerekse CNN gibi kanallarda görünerek melekler ve periler gibi diğer rehber varlıklarla nasıl iletişim kurulabileceğini falan anlatırdı. Sonra kadın birden yeni çağmış meleklermiş perilermiş bırakıverdi, çoğu kitabını piyasadan toplattı ve Hristiyanlığa döndü. Ben şok oldum. İnanamadım. Açıklamasına göre sebep ise bir gün arabasında giderken radyoda denk geldiği bir papazın sahte peygamberler vaazıydı. Doreen kendini sahte bir peygamber gibi hissetmiş ve sonrasında kendini incili okuyup çalışmaya vermişti. İncilde yer alan Deuteronomy 18:10-12 bölümünde bahsedilen “tarihte gelecek bir sahte peygamberler dönemini” ve listelenen “yeni çağın günahlarını” okuduktan sonra da Hristiyanlığa dönmeye karar vermişti.
Ben herhangi bir dine dönmedim, hala bir panteistim, aynı zamanda da bir omnist olarak hakikatin istenirse her dinde bulunabileceğini düşünürüm. Yine de Doreen’in deneyiminde kendi deneyimimime büyük bir benzerlik bulduğumu söyleyebilirim. Ben de bedenin katmanlarını, evrenin alemlerini, diğer alemlerde yaşayan varlıkları, ölümü, ölümden sonra ne olacağını, istediğin hayatı tezahür ettirme tekniklerini vs anlatırken bir yanım hep sahte peygamber gibi hissetmedi desem yalan olur. Benim eğitimlerime ya da şifa seanslarıma katılan herkes neyden bahsettiğimi ve ne yaptığımı gayet iyi bildiğimi deneyimlemiştir fakat bana sahte peygamber gibi hissettiren bu tekrarladıklarımın bana ait olmayışı idi. Sanki ben evrenle olan bağımı, evrenin benimle konuşuşunu, yaradanın kendini bende deneyimleyişini, benim aracılığımla kendisini ifade edişini benimmişçesine ya da ben yapıyormuşumcasına başkalarına ifşa ederek bir şeyler ispatlamaya çalışıyordum. Sanki ben bu hayatı herkes gibi deneyimleyen basit bir insan değildim de elimde başka kimselerde olmayan sihirli bir değnek vardı. Benim hiçbir zaman öyle bir iddiam ya da gayem olmadı elbette, fakat; ben yine de kendi saykik yeteneklerimi ve evrenle olan özgün iletişimimi başkalarına satmaktan içten içe bir rahatsızlık duydum.
Spiritüelliğin Hiç Bahsetmediğimiz Zararları!
İçimdeki rahatsızlık spiritüelliğin aslında insanları ne kadar içinde bulunduğumuz dünyadan koparabildiğini görmemden kaynaklanıyordu. İnsanları hayata daha çok bağlamak dururken, içinde bulunduğumuz ana ve aleme -güzel toprak anamıza- daha ait hissetmelerine yardımcı olmak dururken; engizisyon zamanında kiliselerin cennete giriş biletleri sattığı gibi, “daha iyi bir yere varış umudu” satılıyordu spiritüellik pazarında da.
Ve ben, spiritüel yaşamın ve metafiziksel öğretilerin insanlara ne kadar zarar verebildiğinden, insanlar üzerinde nasıl bir korku ve “bir şeyleri yanlış yapıyormuş” hissi yarattığından yeterince konuşmadığımızı düşünüyorum. Bana gelen bir sürü danışanım, öğrencim oluyor “sürekli pozitif bakmaya çalışıyorum, sürekli olumlamalar yapıyorum, tezahür ettirmek istediğim şeye odaklanıyorum, yine de hiçbir şeyi değiştiremiyorum, ben neyi doğru yapamıyorum?” sorularını soran. Ve bu hisler öyle olağan ki! Yıllarca hür irade ve kader üzerine eğitimler vermiş bir öğretmen olarak, benim cevabım ise şu oluyor:
“Tanrısallığımızın idraki insanlığımızdan bir şey götürmüyor malesef. Eninde sonunda olanı olduğu gibi kabul etmek, hissettiğimiz her şeyi, değiştirmeye çabalamadan buyur etmek zorundayız.”
Çünkü bir şeyi ne kadar istersen iste, ne kadar iyi tasarlarsan tasarla, istersen kendini yırt bu hayatta insanlığı deneyimlemek için buradayız. Tanrısallığımıza ve yaratım gücümüze uyanmak, hayatın sonsuz potansiyellerine kendimizi açmak malesef bu hayatta deneyimlememiz, hissetmemiz, öğrenmemiz gerekenleri değiştirmeyecek. Hayata güvenmek bu yüzden çok önemli çünkü senin tezahür ettirmek istediklerin muhtemelen bir yerde insanlığın getirdiklerinden kaçma gayesi taşıyor olacak (eğer kendi dileklerine dürüstçe bakarsan çok net göreceksin) ve ne yazık ki hayat bunu sana getirmeyecek. Hissetmek istemediğin duyguları götürmeyecek. Yaşamak istemediğin deneyimleri durdurmayacak. Bilinçaltında, genlerinde hiç bilmediğin tıkanıklar önüne gelmeye devam edecek, düşeceksin, hata yapacaksın, yanılacaksın, canın acıyacak.
Çünkü bunlar hayatın gerektirdikleri.
Çünkü yaşam bunlar olmadan insan deneyimi için anlamlı hale gelemez.
Çünkü insan bu hayatta öğrenmesi gerekenleri bunlar olmadan öğrenemez, gelişemez.
Spiritüellik işte sanki sen gerekenleri yaparsan “negatif” deneyimler bir daha hiç yaşanmayacakmışçasına bir tablo boyuyor ve insanlar; insan oldukları için, onca yöntem deneyip, o kadar yoga meditasyon yapıp bir sürü astroloğa şifacıya gidip hala insan kalmaya devam ettikleri için bir şeyler yanlış gidiyormuş, kendileri bir yerde bir hata yapıyorlarmış izlenimine kapılıyorlar. Sanki spiritüellik insana yaşamın kontrolünü verebilecekmiş gibi. Sanki sen tanrısallığını ve yaratım gücünü devraldığında senin “ol” dediğin önünde bitiverecekmiş gibi. Sen olumlu olunca hayat hep sevgi, hep ışık, hep neşe, hep pozitif olacakmış gibi!
Unutma, biz zaten aydın varlıklarız!
Yıllardır bu işin içinde biri olarak gözlemliyorum ki, spiritüellik ve sahte pozitiflik ile insanları yalan bir manevi dünyaya yönlendirip “bir aydınlanma masalı” satarak aslında içinde bulunduğumuz maddi alem ile bağımızı koparıyoruz, bir insan olarak hayatı deneyimlemeyi öğrenmek dururken insanlığımızdan iyice koparak bir nirvana rüyasına sarılıyoruz. Sanki bizzat şu anda içinde bulunduğumuz cennet yetmiyor da başka cennetler kovalıyoruz. Sanki buraya insanlığı deneyimlemeye gelen “zaten aydın varlıklar” değilmişiz gibi; yeterince çalışırsak öyle bir noktaya ulaşacağız ki bir daha hiç acı çekmeyeceğiz, bir daha hiç negatif spektrumda gördüğümüz duyguları hissetmeyeceğiz, dünya yalnızca güllük gülistanlık olacak gibi bir disney masalına dönüştürdük aydınlanmayı. O yüzden, onca şey yapıp da o disney masalını yaşayamayan “ben nerede yanlış yapıyorum?” diye kendini yargılıyor, suçlu ya da eksik hissediyor..
Ve biz yine “yapma” odaklı hayatlarımızı aslında sadece “olma” hali ile kabul etmemiz gerektiğini unutuyoruz.
Her Daim Mutlu Olanlar Kulübü
İçimdeki rahatsızlık tam olarak buradan geliyordu. Spiritüel dünyada “gurular, hayatı çözenler, ve her daim mutlu olanlar kulübü” gibi yalandan bir yüceltme görüyordum (hala da görmeye devam ediyorum). Ben de enerji çalışmaları yaparken bu yüceltmeye maruz kaldım. Ama şunu bilmenizi isterim, yıllar boyu spiritüellik ve bir çok alternatif şifa metodu çalışan bir öğretmen ve şifacı olmak benim insanlığımdan hiçbir şey götürmedi. Hayatımla, bedenimle ve zihnimle bambaşka bir ilişki kurdum elbet amma benim de tüm yaralarım iyileşmedi. Benim de tüm acılarım bitmedi. Benim de tüm dileklerim gerçekleşmedi. Ve inanın benim de “sanki bir şeyleri yanlış yapıyormuşum” hissine kapıldığım çok zaman oldu. Ve anladım ki hayatla savaşa girmemin asıl sebebi de buydu. Ben sürekli kendi arzularımı tezahür ettirmeye çalışarak hayatı, olanı değiştirmeye çalışıyordum. Fakat eninde sonunda hep vardığım hakikat şu oldu:
“Biz istesek de yanlış yapamayız çünkü yanlış diye bir şey yok. Biz buraya insanlığın her halini deneyimlemeye geldik! Hayatta negatif dediklerimiz biterse pozitiflerin kıymeti kalmaz! O yüzden hiçbir deneyimi yargılamadan hiçbir deneyimden kaçmadan hayatın tümüne kabul ile kucak açabilmeyi öğrenmektir asıl olan!”
Teslimiyet ve Kabul
İşte bu yüzden daha iyi bir hayat yaratmak üzerine vaazlar verirken ezber tekrarlıyor gibi, sahte bir peygamber gibi hissediyordum çünkü ben kıta kıta dolaşıp bir çok üstad ile çalışırken onların kendi insanlıklarından ve hayatlarından vazgeçmekten, ya da kendilerine daha başka hayatlar yaratmaya çalışmaktan ziyade, hayatı her şeyi ile kabul edebilme ve hayatın sunduğu her deneyime aşk ile kendilerini açabilme becerisine sahip olduklarını görmüştüm. Hayatı kendi tasarılarınla değiştirmeye çalışmak değildi benim hakiki gurulardan öğrendiğim, olanı olduğu gibi kabul ederek kendini tanıyabilmekti. Teslimiyet ve kabul idi benim öğretmenlerimden asıl öğrendiğim.
Yani kendi gücünü devralmak, “o mükemmel, pürüzsüz ve sorunsuz hayatı yaratmak” demek değildi. Kendi gücünü devralmak, hayatın her olanla, her anda mükemmel olduğunu görebilmek demekti. Ve kendi gücün ise sadece anda olan kontrolündü, etrafında olanlara ve duygularına verdiğin tepkilerdi, etrafındaki canlarla kurduğun iletişimdi. Her ne olursa olsun, nezaket ve dürüstlük ile kendini seçebilmekti kendi gücün.
İşte bu yüzden gördüm ki; bana öğretmenlikte asıl haz veren şey “insana ve hayata dair konuşulmayan her şeyi konuşmak” olmuştu, istediğin hayatı yaratmak” gibi sahte bir cennete giriş bileti satmak yerine. İnsana ve hayata dair reddettiğimiz her deneyimi utanmadan sakınmadan paylaşabilmeyi, duyguları anlayıp onlar hakkında konuşabilmeyi, tanrılığı kovalamak yerine zaten tanrı olduğunun bilinci ile insan acizliğini ve incinebilirliğini deneyimlemekten haz alabilmeyi, acısıyla tatlısıyla hayatı bütünüyle kucaklayabilmeyi öğretmekti bana asıl haz veren.
Anladım ki; başka alemlere, frekanslara, başka bir gerçekliğe yükselmeye çalışmayı değil; tam buraya, şu ana, bedene, nefese dönmeyi; anda olan her ne ise onunla beraber oturabilmeyi öğretmekti bana asıl haz veren.
Maddiyat ile Maneviyat Arasındaki Noktaları Birleştirelim!
Yani manevi dünya ile uğraşa uğraşa asıl tutkumun, maneviyatla maddiyat arasındaki noktaları birleştirerek insanları maddi aleme, tam da buraya, bu ana davet etmek ve biz insanların bu hayattaki, bu bilinç tekamülü yolculuğundaki rolü üzerine konuşmak olduğunu farkettim. Bu yüzden kendimi insanların hayatla ve insanlıklarıyla barışabilmesine adadım; son bir yılımı da yalnızca insan doğası, kadın-erkek dinamikleri, ilişkiler, aşk, sağlıklı (şiddetsiz) iletişim ve somatik araçlar aracılığıyla duygusal regülasyon ve travma çözümleme üzerine eğitimler vererek, atölyeler ve etkinlikler düzenleyerek geçirdim. Bu konu üzerine yakın zamanda raflarda yerini alacak bir de kişisel gelişim kitabı yazdım.
Hayatın Amacı
Spiritüel dünyada hayatın amacı aydınlanmak yani “dünyevi dertlerden kurtulup ızdıraba bir son vererek tanrısallığa kavuşmak” olarak tanımlanırken benim nezdimde hayatın asıl amacı aydınlanmak değil, dünyevi dertlerin her birinden geçerken olabilecek en bilinçli, hem kendine hem bütüne en hayırlı insan olabilmektir! O tanrısal aşktan geldiğimizi hatırlayıp aşkı bu hayatta diğer insanlarla deneyimleyebilmektir. İnsanlığından kaçmadan, olana, her deneyime, insana dair her şeye aşk ile kabul verebilmektir.
Amaç insanlığı sonlandırıp her daim mutlu olmayı kovalamak değil, bu hayatta insanlığı sonuna kadar deneyimleyerek, insan olmanın getirdiği her deneyimden kabul ile geçerek, acıdan ve dünyevi dertlerden öğrenerek kendi en yüksek potansiyeline ulaşıp kendi otantik benliğini yaşamanın doyumuna ulaşmaktır.
Dilerim hayata ve insanlığa dair tüm paylaşacaklarım, sizlere “farkındalık, özgünlük, yaratıcı ifade ve bilinçli ilişkiler” konularında destek olur ve kendinizle, insanlığınızla, ve hayatla barışmanıza yardım eder.
Aşk olsun, ışık olsun.